ORTODOKS KİLİSESİ
26.03.2014 21:24
İlber ORTAYLI
25 Şubat 1987
Türkiye, bugünkü sınırları içinde dahi Dünya'da pek az ülkede, rastlanacak dini
bir çeşitlilik gösterir. Bu Hıristiyanlık açısından özellikle böyledir. Ülkemizde var olàn
bütün kiliseleri (yani cemaatleri) saymaya kalkarsam, iki elin parmakları yetmez. Bu bir
mübalağa değil, isterseniz sayalım; Rum Ortodoks Kilisesi, Ermeni Gregoryen, ErmeniKatolik, Ermeni-Protestan, Süryani Kadim dediğimiz Süryani Ortodoks, Süryani Katolik, Kaldani eski kilisesi ve Kaldani Katolik, Nasturi Kilisesi (bizde şu sıra hemen hemen hiç üyesi kalmadı ve Nasturiiik de bir ara üç patrikliğe ayrılmıştı). Gördüğünüz gibi iki el Bitti, kiliseler bitmedi. Bu saydıklarım, üstelik bu topraklarda doğan ve gelişen
veya önemli merkezleri burada olan kiliselerdi. Roma-Katolik, Anglikan, Protestan gibi
Avrupa kökenli kiliselerin Türkiye'de küçük de olsa bulunan cemaatlerini saymaya kalksak, iki elin parmakları da yetmez.
Yine aynı şey Museviler için sözkonusudur. Hem bildiğimiz Talmud-Torah geleneğini izleyen Museviler hem de Karaim dediğimiz, ayin ve gelenekleri, duaları itibariyle onlardan farklı uygulamaları olan Museviler vardır. (Sayıları epey azalmakla birlikte
Karaimlerin İstanbul Hasköy'de eski bir sinagogları da vardır.)
Çok tekrarlanan ve şuursuzca söylenen bir şey de; "memleketimizin yüzde doksandokuzu Müslüman" sözüdür. Laik prensipleri yumuşatmak için ileri sürülen bu gerekçe doğru değildir. Mezheb, akide, ibadet biçimleri itibariyle renklilik ve bölümlenme Müslümanlar için de sözkonusudur. Yani Türkiye aslında sayılmayacak kadar çok
dini cemaatin ülkesidir. Bu dinler buna rağmen aynı akideye; Hazreti İbrahim'in öğretisine, tek Tanrıya, aynı inanç sistemine dayanır. Yani Budizm. Konfüçyonizm vs. gibi
ayrı dini kültürel çevreler sözkonusu değildir. Ama sayılamayacak kadar bölümlenmiş,
üç büyük dinin parçalarının çoğuna Türkiye'de rastlanır. Bu kadar çeşitlilik nerede olabilir? Amerika'da plur, ama orası göçmen ülkesidir, burası ise dinlerin otokton toprağı-
dır. Tüm bunlara rağmen, Türkiye'de İnsanlar dinleri tanımazlar ve merak etmezler. Örneğin, İstanbul'da doğar, yaşar, ölürler, ama bir kilisenin içine girip de burada Pazar
ayini nasıl yapılıyor, bunların inancı nedir, duaları nedir, bayram günleri nedir, inançları nasıl açıklanır diye merak etmezler. Hıristiyanlar da Müslümanlığı tanımazlar. Kısacası kapalı kompartımanlar halinde yaşayan bir toplumuz. Sokaktaki insandan vazgeç-
tik, okumuş-yazmışların da konudaki ilgisizlikleri, bürokrasiye de yansımaktadır. Bunun bence en mahzurlu örneği, hepinizin bildiği gibi, son din dersleri hikâyesidir. Türkiye gibi bir ülkede, resmen mekteplerde din dersi okutulmasının önemli sakıncaları
vardır. Çoğumuz Müslümanız, Müslüman dinini öğrenelim demek yanlıştır. Çünkü dikkatlice bakılacak olursa, Müslümanların hepsinin aynı şeye itikad etmediği, mezheblerin birbirlerine, hatta bazan Hiristiyanlarla olduğundan daha fazla ters düştükleri bir
gerçektir.
Bir din bilgisi dersinde öyle şey öğretebilirsiniz ki, bunu bazen Sünni Müslüman,
Hıristiyan ve Museyi çocuğu kabul edebilir, ama Müslümanların bir kısmına çok ters gelebilir. Bu gerçeği bilmek lazımdır. Yani din kültürüne karşı ilgi ve bilgilenme olayı bizim toplumumuzun üyelerine gerçekten uzaktır. Dinle ilgili, laik.bir tutum merak ve hoşgörü ciddi bilgiyle temellenmış değildir. Dinin sözü buna rağmen çok ediliyor, eksik
bilgilere göre tarih yorumlanıyor. Ortodoks kilisesi ve inancı da bu havanın dışında ele
alınmış değildir. Ortodoks Kilisesi aslında Türkiye topraklarında, orta çağlarda yeşeren, gelişen bir müessesedir ve elan bu dinin mühim merkezlerinden biri İstanbul'dadır.
Bunun üzerinde de çok tartışma yapılıyor. Meselâ biz lâikliği ilân ettik, 1924'te de
Halifeyi attık, Patrikhaneyi niye tutuyoruz diyorlar. Bunu diyenler hem sadece belli
bir görüş sahibi değil, tam ters politik görüş sahibi olanlar da aynı şeyi söyleyebiliyor.
Bilmiyorlar ki, hilâfetle, patriklik aynı şey değildir. Hilâfet bir müessesedir ve bu müessesenin her şeyden evvel siyasi erk sahibi olması gerekir. Yani Müslümanların halifesi
olan kimsenin, imam olması, Müslüman cemaatinin, Dar'ül İslâm'ın yöneticisi olması
gerekir. Böyle bir vasfı yoksa halifenin, zaten onun artık halifeliği de sözkonusu değildir. Dolayısıyla 1922 ile 1924 arasındaki hilafet bu anlamda temelsiz bir müessesedir.
Tarihte halifenin yönetici olmadığı, kukla gibi bir başka yöneticinin yanında durduğu;
gibi durumlar var. Moğol zamanında, Selçuklular zamanında Bağdat Halifesi bu durumdaydı. Memlûk zamanında Mısır'da Abbasi Halifesinin durumu budur. Ama hiç olmazsa titüler olarak ona bir yöneticilik vasfı veriliyordu. Hilafet bunun gibi bir şey olmuş bizde de kısa bir süre. Meclis ve Cumhuriyet rejiminin yanında güçsüz bir kurum
olarak yaşamış. Ama hilafet aslında, yöneticilik olmadığı anda bitmiştir. Yönetici olmadığı zaman hilafet denilen müessesenin böyle bir uhrevi, ruhani bir makam gibi devamı sözkonusu değildir. Halbuki patriklik için durum böyle değildir. Patrik dünyevi
makamdan ayrılarak her zaman var olabilir ve öyle de olmuştur.
Bir diğer yanlış da, Patrikhaneyi Dünya'daki bütün Ortodoksların Roma'sı gibi,
Papalık gibi düşünmektir. Bu hata çok yapılıyor. Hatta rahmetli Avcıoğlu bile bir makalesinde "yüzyirmİmilyon ortodoksun başı" diyor Fener'deki Patrikhane için ki, hele
makaleyi yazdığı tarihte hiç geçerli bir. rakam değildi. Herhalde Rusya, Bulgaristan,
Yunanistan vs. hesaplanarak, yüzyirmİmilyon nüfus ortaya konuluyor ve Fener de
onun başı sayılıyor. Halbuki Ortodoksluk için böyle bir vahdet, böyle bir büyük kitle
olmak durumu hiç bir zaman sözkonusu değildir. Biraz sonra konuya girdiğimizde gö-
receğiz ki, Katoliklikle Ortodoksi arasında büyük fark vardır. Hem kilisenin birliği bakı-
mından, (yani vahdet) hem dayandıkları kültür ortamı bakımından, hem itikad bakı-
mından çok farklıdır; biri birisine eşitleştirilemez ve Patrik'in durumu ile Papa'nın durumu arasında; gerek iki kilisenin ruhani hiyerarşisi, dünyevi kuvvetlerle ilişkisi ve gerekse iç idarelerinde dünyevi kurumların temsili bakımından çok büyük ayrılıklar vardır.'
Evvelen; Ortodoks kelimesi yanlış değildir, fakat tam doğru da değildir. Ortodoks hepinizin bildiği gibi, sapmaz inançlı adam demektir. Bu bir vasıflandırmadır.
Yani siz bu dinde olan birisine; "Siz ortodoks musunuz?" dediğinizde, tabii ki, hayır
demez, evet ben ortodoksum der. Ama patrikliğin adı ortodoks patrikliği değildir; belki görmüşsünüzdür, ökümenik Patriyarkadır. (universal) Kilise bütün dünyaya hükmettiği iddiasındadır. Tabii bu iddia gerçekle bağdaşmamaktadır.
Dünyada XVI. yüzyılda tutunan protestantizmi gözönünde tutmazsak, Katolik ve
Ortodoks kilisesi niye ayrıdır? Niçin bir Katolisizm vardır, niye bir Ortodoksi vardır?
Bu aralarındaki ayrılık ne zaman ortaya çıkmıştır?
Tarihe baktığınız zaman, aslında Roma'daki Papa ile, İstanbul'daki Patrik'in çatışmasının aşağı yukarı Şarlman devrinde başladığını görürsünüz. Şarlman devrinin de
Bizans'ta, Makedonya sülalesi dediğimiz bir Rönesans Dönemi'ne; yani Bizans'ın yeni hoşgörü ciddi bilgiyle temellenmış değildir. Dinin sözü buna rağmen çok ediliyor, eksik
bilgilere göre tarih yorumlanıyor. Ortodoks kilisesi ve inancı da bu havanın dışında ele
alınmış değildir. Ortodoks Kilisesi aslında Türkiye topraklarında, orta çağlarda yeşeren, gelişen bir müessesedir ve elan bu dinin mühim merkezlerinden biri İstanbul'dadır.
Bunun üzerinde de çok tartışma yapılıyor. Meselâ biz lâikliği ilân ettik, 1924'te de
Halifeyi attık, Patrikhaneyi niye tutuyoruz diyorlar. Bunu diyenler hem sadece belli
bir görüş sahibi değil, tam ters politik görüş sahibi olanlar da aynı şeyi söyleyebiliyor.
Bilmiyorlar ki, hilâfetle, patriklik aynı şey değildir. Hilâfet bir müessesedir ve bu müessesenin her şeyden evvel siyasi erk sahibi olması gerekir. Yani Müslümanların halifesi
olan kimsenin, imam olması, Müslüman cemaatinin, Dar'ül İslâm'ın yöneticisi olması
gerekir. Böyle bir vasfı yoksa halifenin, zaten onun artık halifeliği de sözkonusu değildir. Dolayısıyla 1922 ile 1924 arasındaki hilafet bu anlamda temelsiz bir müessesedir.
Tarihte halifenin yönetici olmadığı, kukla gibi bir başka yöneticinin yanında durduğu;
gibi durumlar var. Moğol zamanında, Selçuklular zamanında Bağdat Halifesi bu durumdaydı. Memlûk zamanında Mısır'da Abbasi Halifesinin durumu budur. Ama hiç olmazsa titüler olarak ona bir yöneticilik vasfı veriliyordu. Hilafet bunun gibi bir şey olmuş bizde de kısa bir süre. Meclis ve Cumhuriyet rejiminin yanında güçsüz bir kurum
olarak yaşamış. Ama hilafet aslında, yöneticilik olmadığı anda bitmiştir. Yönetici olmadığı zaman hilafet denilen müessesenin böyle bir uhrevi, ruhani bir makam gibi devamı sözkonusu değildir. Halbuki patriklik için durum böyle değildir. Patrik dünyevi
makamdan ayrılarak her zaman var olabilir ve öyle de olmuştur.
Bir diğer yanlış da, Patrikhaneyi Dünya'daki bütün Ortodoksların Roma'sı gibi,
Papalık gibi düşünmektir. Bu hata çok yapılıyor. Hatta rahmetli Avcıoğlu bile bir makalesinde "yüzyirmİmilyon ortodoksun başı" diyor Fener'deki Patrikhane için ki, hele
makaleyi yazdığı tarihte hiç geçerli bir. rakam değildi. Herhalde Rusya, Bulgaristan,
Yunanistan vs. hesaplanarak, yüzyirmİmilyon nüfus ortaya konuluyor ve Fener de
onun başı sayılıyor. Halbuki Ortodoksluk için böyle bir vahdet, böyle bir büyük kitle
olmak durumu hiç bir zaman sözkonusu değildir. Biraz sonra konuya girdiğimizde gö-
receğiz ki, Katoliklikle Ortodoksi arasında büyük fark vardır. Hem kilisenin birliği bakı-
mından, (yani vahdet) hem dayandıkları kültür ortamı bakımından, hem itikad bakı-
mından çok farklıdır; biri birisine eşitleştirilemez ve Patrik'in durumu ile Papa'nın durumu arasında; gerek iki kilisenin ruhani hiyerarşisi, dünyevi kuvvetlerle ilişkisi ve gerekse iç idarelerinde dünyevi kurumların temsili bakımından çok büyük ayrılıklar vardır.'
Evvelen; Ortodoks kelimesi yanlış değildir, fakat tam doğru da değildir. Ortodoks hepinizin bildiği gibi, sapmaz inançlı adam demektir. Bu bir vasıflandırmadır.
Yani siz bu dinde olan birisine; "Siz ortodoks musunuz?" dediğinizde, tabii ki, hayır
demez, evet ben ortodoksum der. Ama patrikliğin adı ortodoks patrikliği değildir; belki görmüşsünüzdür, ökümenik Patriyarkadır. (universal) Kilise bütün dünyaya hükmettiği iddiasındadır. Tabii bu iddia gerçekle bağdaşmamaktadır.
Dünyada XVI. yüzyılda tutunan protestantizmi gözönünde tutmazsak, Katolik ve
Ortodoks kilisesi niye ayrıdır? Niçin bir Katolisizm vardır, niye bir Ortodoksi vardır?
Bu aralarındaki ayrılık ne zaman ortaya çıkmıştır?
Tarihe baktığınız zaman, aslında Roma'daki Papa ile, İstanbul'daki Patrik'in çatışmasının aşağı yukarı Şarlman devrinde başladığını görürsünüz. Şarlman devrinin de
Bizans'ta, Makedonya sülalesi dediğimiz bir Rönesans Dönemi'ne; yani Bizans'ın yenhoşgörü ciddi bilgiyle temellenmış değildir. Dinin sözü buna rağmen çok ediliyor, eksik
bilgilere göre tarih yorumlanıyor. Ortodoks kilisesi ve inancı da bu havanın dışında ele
alınmış değildir. Ortodoks Kilisesi aslında Türkiye topraklarında, orta çağlarda yeşeren, gelişen bir müessesedir ve elan bu dinin mühim merkezlerinden biri İstanbul'dadır.
Bunun üzerinde de çok tartışma yapılıyor. Meselâ biz lâikliği ilân ettik, 1924'te de
Halifeyi attık, Patrikhaneyi niye tutuyoruz diyorlar. Bunu diyenler hem sadece belli
bir görüş sahibi değil, tam ters politik görüş sahibi olanlar da aynı şeyi söyleyebiliyor.
Bilmiyorlar ki, hilâfetle, patriklik aynı şey değildir. Hilâfet bir müessesedir ve bu müessesenin her şeyden evvel siyasi erk sahibi olması gerekir. Yani Müslümanların halifesi
olan kimsenin, imam olması, Müslüman cemaatinin, Dar'ül İslâm'ın yöneticisi olması
gerekir. Böyle bir vasfı yoksa halifenin, zaten onun artık halifeliği de sözkonusu değildir. Dolayısıyla 1922 ile 1924 arasındaki hilafet bu anlamda temelsiz bir müessesedir.
Tarihte halifenin yönetici olmadığı, kukla gibi bir başka yöneticinin yanında durduğu;
gibi durumlar var. Moğol zamanında, Selçuklular zamanında Bağdat Halifesi bu durumdaydı. Memlûk zamanında Mısır'da Abbasi Halifesinin durumu budur. Ama hiç olmazsa titüler olarak ona bir yöneticilik vasfı veriliyordu. Hilafet bunun gibi bir şey olmuş bizde de kısa bir süre. Meclis ve Cumhuriyet rejiminin yanında güçsüz bir kurum
olarak yaşamış. Ama hilafet aslında, yöneticilik olmadığı anda bitmiştir. Yönetici olmadığı zaman hilafet denilen müessesenin böyle bir uhrevi, ruhani bir makam gibi devamı sözkonusu değildir. Halbuki patriklik için durum böyle değildir. Patrik dünyevi
makamdan ayrılarak her zaman var olabilir ve öyle de olmuştur.
Bir diğer yanlış da, Patrikhaneyi Dünya'daki bütün Ortodoksların Roma'sı gibi,
Papalık gibi düşünmektir. Bu hata çok yapılıyor. Hatta rahmetli Avcıoğlu bile bir makalesinde "yüzyirmİmilyon ortodoksun başı" diyor Fener'deki Patrikhane için ki, hele
makaleyi yazdığı tarihte hiç geçerli bir. rakam değildi. Herhalde Rusya, Bulgaristan,
Yunanistan vs. hesaplanarak, yüzyirmİmilyon nüfus ortaya konuluyor ve Fener de
onun başı sayılıyor. Halbuki Ortodoksluk için böyle bir vahdet, böyle bir büyük kitle
olmak durumu hiç bir zaman sözkonusu değildir. Biraz sonra konuya girdiğimizde gö-
receğiz ki, Katoliklikle Ortodoksi arasında büyük fark vardır. Hem kilisenin birliği bakı-
mından, (yani vahdet) hem dayandıkları kültür ortamı bakımından, hem itikad bakı-
mından çok farklıdır; biri birisine eşitleştirilemez ve Patrik'in durumu ile Papa'nın durumu arasında; gerek iki kilisenin ruhani hiyerarşisi, dünyevi kuvvetlerle ilişkisi ve gerekse iç idarelerinde dünyevi kurumların temsili bakımından çok büyük ayrılıklar vardır.'
Evvelen; Ortodoks kelimesi yanlış değildir, fakat tam doğru da değildir. Ortodoks hepinizin bildiği gibi, sapmaz inançlı adam demektir. Bu bir vasıflandırmadır.
Yani siz bu dinde olan birisine; "Siz ortodoks musunuz?" dediğinizde, tabii ki, hayır
demez, evet ben ortodoksum der. Ama patrikliğin adı ortodoks patrikliği değildir; belki görmüşsünüzdür, ökümenik Patriyarkadır. (universal) Kilise bütün dünyaya hükmettiği iddiasındadır. Tabii bu iddia gerçekle bağdaşmamaktadır.
Dünyada XVI. yüzyılda tutunan protestantizmi gözönünde tutmazsak, Katolik ve
Ortodoks kilisesi niye ayrıdır? Niçin bir Katolisizm vardır, niye bir Ortodoksi vardır?
Bu aralarındaki ayrılık ne zaman ortaya çıkmıştır?
Tarihe baktığınız zaman, aslında Roma'daki Papa ile, İstanbul'daki Patrik'in çatışmasının aşağı yukarı Şarlman devrinde başladığını görürsünüz. Şarlman devrinin de
Bizans'ta, Makedonya sülalesi dediğimiz bir Rönesans Dönemi'ne; yani Bizans'ın yenden kuvvetlendiği, Arap'lara kaptırdığı bazı toprakları yeniden aldığı, büyük bir diplomatik beceri ye propogandayla pagan, yani çok tanrılı Slavları Hıristiyanlaştırdığt, Bizans'ın medeniyetinin, hukuk sisteminin, isminin yeniden parladığt bir döneme rastladığını görürüz. Yani aslında Şarlman ile Makedonya sülalesi Bizansı arasında bir patlama sözkonusudur. Bu dönemde Batılıların, yani Şarlman ekolünün ve Roma'daki Papa4
lığın ileri sürdüğü bir gerekçe; İstanbul'da toplanan bir konsülün İkonaklastları, yani
putkıranları reddetmesi sırasında, ortaya çıkan teolojik yorumlardır, ikonaklast hareket
VIII. asırda, özellikle Anadolu'da ve Suriye'deki Hıristiyan ahalinin; aziz tasvirleri ve
İsa tasvirlerini, dinsizlik, zındıklık olarak nitelemesi dir. Aslında sorun o kadar kolay de-
ğil. İkonları yapan ve satan manastırların da bunu satamıyacağını, bunun küfür olduğunu, ruhban sınıfının bir takım toprakları da elde tutmasının mümkün olmadığını söyleyerek isyan çıkarmalarıdır. Anadolu karışmıştır o devirde. Bizans Trakyası ise bu görüş
ve harekete karşıydı. Nihayet asrın başında Bizans, karar vermiştir: İkonaklastisizm
(putkırıcılık) kâfirliktir diye ve bu hareket bastırılmıştır. Oysa Batı kilisesi (Roma) bu
konsülün kararını reddediyor. Şariman kendi öyle pek ikon seven biri değildir ama, aslında bugün hepimiz biliyoruz ki, Katolik Kilisesi içinde putların, tasvirlerin bir takım
aziz kalıntılarının (relique) kutsiyeti vardır. Demek ki bu bir sebep olamaz.
Sonra IX. asrın ortasında 850Merde, Roma'daki Papa I. Nicola ile İstanbul'daki
Patrik Photios (St. Photios denir, Ortodoks Kiltsesi'nin azizlerindendir) arasında bir dini tartışma ve karşılıklı aforozlaşma sözkonusudur. Papa I. Nicolas'in ileri sürdüğü gerekçeler doğrudan doğruya, Ortodoksların Roma'nın üstünlüğünü tanımamalarıdır. Yani Roma'daki papa; Aziz Peter'in ve Aziz Paul'un Roma'da çarmıha gerildiğini, dolayı-
sıyle Roma'daki Papa'nın onların vekili olarak kutsiyet ve öncelik kazandığını söylü-
yor. Papa devamla; "Patrik bu vekaletimizi tanımıyor, dolayısıyla kiliseye ve Hıristiyanlığa karşı, Bizans ruhbanı küfür içindedir" diyor. St. Photios ise diyor ki; "Hayır
biz Papayı tanırız, hatta saygı da gösteririz ona ruhban arasında birincilik de tanırız.
Fakat papanın bizim üzerimizde ruhani ve uhrevi bir üstünlüğü olamaz."
Aslında St. Photios devrinin tanınan bir hümanistidir, yani Yunan-Lâtin gelene-
ğini bilen, kilise doktrini üzerinde etkili fikir ve yazıları olan bir rahibdir ve sonradan
azizlik mertebesine çıkarılmıştır. Fakat başlayan kavga kesintilerle sürmüştür. Nihayet
XI. asrın ortalarında 1054'te Roma'daki Papa, Kardinal Humbert'İ yollamıştır İstanbul'a ve Kardinal Humbert, doğrudan doğruya bir aforoz fermanını Papa adına, Ayasofya'nın mihrabına bırakıp çıkmıştır, yani Bizans ruhbanıyla konuşmamıştır bile. Bunun üzerine Bizans da tabii karşı vaziyet almıştır. Böylelikle iki kilise birbirlerini dinsizlikle, küfürle itham ederek, afaroz etmiş oluyorlar. Ama bütün bu olaylara rağmen,
kavga geniş halk kitlelerine yayılmış değildi ve aslında iki kilisenin ilişkileri devam edegelmiştir zaman zaman. Hatta biliyorsunuz, XIII., XIV. ve XV. asırlarda iki kiliseyi birleştirme çabaları da vardır. Asıl Ortodokslarla Katoliklerin birbirleriyle kan düşmanı
olmaları, geniş kitlelere nefretin yayılması bildiğimiz gibi, 1204 Haçlı Seferi'nden sonradır. 1054'teki afaroz vakasının nedeni ise; o zaman Katolik İtalyanların ticaret yapmak için Bizans'ta koloniler kurmaları, hatta İstanbul'da Galata'ya yerleşip, beraberlerinde rahipleriyle Katolik tipi bir ibaret ve liturjiyi getirmeleridir. Bu olay Patrikliğin
hoşuna gitmedi ve o kiliselerdeki o tip ayinleri yasak edip kiliseleri kapattı. Sebep budur. Fakat 1204'te Haçlılar İstanbul'u adamakıllı talan edip, ahaliyi kılıçtan geçirince,
bundan sonra iki dünya, iki millet arasında elerin bir nefret başladı. Ortodokslar kendilerini o kadar ayırdı ki, Katolik olanlara komünyon ekmeği vermezler. Oysa herhangibir Katolik kilisesine kim giderse gitsin, rahibin önüne çöktüğü zaman komünyon verirler, dinini sormazlar. Ama Ortodokslar, Ortodoks olarak vaftiz edilmemişlere vermezler. Bu adet bu dönemden kalma, "seni İsa'nın ümmetinden saymıyoruz" görüşünün bir
ifadesidir.
İki dini grup arasındaki nefretin nedenleri derindir. Bir kere Papa'nın üstünlüğü
meselesi vardır, bu hiç değişmemiştir. XII. asırda İznik yani Nikomedya piskoposu
olan Niketas'ın yazdığı bir denemeye baktığımız zaman; "Roma'daki Papa kim oluyor
da, kendisinde uluhiyyet görüp bizim üstümüze çıkıyor? O bizlerin kardeşi değil de,
efendisi oluyor ve bizleri köle olarak addediyor" gibi birana fikir vardır. 1846 yılında
Rus düşünürü, Slavyanofiİlerden ve kilisenin önemli teologlarından Aleksis Chomiakov'
un bir İngiliz'e yazdığı mektuba bakarsak gene aynı fikirleri görürüz; "bütün Katolik'ler
cryptopapistir, yani Tanrı'nın kulları değil, Roma'daki keşişe kulluk etmektedir ve
bunlar hangi hakla Hıristiyan camiası ve Tanrı'nın insanları üzerinde bir üstünlük kuruyorlar?" diye sormaktadır.
Demek ki, iki camia arasındaki asıl mesele, Papa'nın uluhiyet iddiası ve üstünlüğü-
dür. Papaya hitap edildiğinde; "Eb-i mukaddes" "gat-ı kudsiyetpenahileri" gibi deyimler kullanılır. Bunu kabul etmiyor Ortodoks Kilisesi. Çünkü Ortodoks Kilisesi'ne göre,
üç tane derece vardır ruhban arasında; bildiğiniz (asket) keşiş, sonra papaz, yani cemaati aydınlatan ibadeti yaptıran ve nihayet piskopos. Piskoposun ruhani bir vasfı vardır
ve rahiplerin üstünde bir yöneticidir. Patrik ise ilahi bir makam değildir, piskoposlardan
bir tanesinin bir idareci-koordinatör olmasıdır. Yani Ortodoks kilesesinde aslında uluhiyet kesbetmiş tek bir yüksek ruhani yoktur.
Halbuki Roma Kilisesi'nde Papa'ya bu uluhiyet verilmektedir. Hele XIX. yüzyılda Papanın yanılmazlığı da kabul edilmiştir ve hükümleri tartışılmaz. Ortodoks kilisesinde piskoposlar (metropolit) bekâr olmak zorundadır. Papazlar evlenebilir. Katolik
kilisesi ruhbanı ise toptan bekârdır ve rahip olmayan manastır üyeleri dahi evlenemezler. Tabii ikinci önemli sorun kültür ve dil meselesidir. Yani İtalya'da merkezleşen, Lâ-
tin diline ve kültürüne dayanan ve o iklimin havasıyla yeşeren bir din; Doğu Akdeniz
için yabancıdır. Yani Doğu kilisesi her zaman için Yunancayı kullanmaktadır veya Süryaniler gibi Aramcayı, ölü dillerden birini kullanmaktadır. Dil farkı önemlidir. Gerçi
Bizans'da Justinianus devrinde Latince üstün bir dildir, justinianus hatta (Institutiones)
denen Roma hukukunun teorik bölümünü Latince tertip ettirmişti. Kanunları Yunanca
derlettiği için çok üzgündür. Mamafih bu Latin etkisi çabuk silinmiştir. VIII. asırda
meselâ, imparator III. Mikhael'in nazarında; Latince İskitlerin konuştuğu bir Barbar
dilidir. Yine XI. asrın çok alim ve çok fazıl ve çok derin yazan bir başka Bizanslısı
Psellus ise Latince bildiğini de iddia ediyor, ancak Cicero ile Caesar'ı birbirine karıştıracak kadar bu dünyanın kültüründen habersizdir.
Dolayısıyla Latin diliyle ibadet eden, Latince yazan, bütün doğmaları Latince
tartışan bir dünya; doğu kilisesi için çok uzaktı. İnsanların arasında dialog kuracak bir
araç olmayınca, ayrılık da kaçınılmazdır.
Sonra kuşkusuz siyasi nüfuz sözkonusudur. IX. asrın başında Şarlman İmparatorluğu ortaya çıkmış Batı Avrupa'da; Doğu'da da Bizans var. Bunlar artık iki ayrı
kuvvetti ve maruz kaldıkları tehlike aynı değildi. Bizans Araplarla mücadele halindeydi.
Şariman ise tam tersine Araplarla iyi geçinmekteydi. Bunların misyoner faaliyetleri de
birbirleriyle çatışmaktaydı. Papalık Bulgarları ve Rusları kendine bağlama çabasındaydi. Bizans da aynı şeyin peşindeydi ve başardı. Pagan dünya üzerindeki nüfuz mücadelesi başka kavgaları da kaçınılmaz kıldı.
Tabii bütün bu deruni kavganın da filozofik, dogmatik bir görünümü vardı ki,
"filioque" diye ifade edilebilir. Ortodoksi ve katolisizmin günümüzde dahi birleşmesi
sözkonusu olduğunda bu terim ortaya çıkıyor. Bu "filioque ve oğludan" anlamına gelir ve VIII. asırdan beri büyük tartışma konusudur. Aslında tam tartışılacak bir şey de
değil, gayet basit bir olay. Daha ziyade dediğim gibi, iki kilisenin artık çoktan parçalanmışlığını ifade eden bir deyim. Ulühiyyet-i selâse (trinite) Baba, Oğul, Ruh'ül Kudüsü ifade eder. Katolik ve Ortodoks herkes için bu aynı şeydir. Fakat Ortodokslar için
Oğul, Babanın uluhiyyetini alan onun bir parçası olarak vardır. Katolik kilisesi ise
Babadan Oğuldan (filioque) sözettiği için; bu terim yüzünden Ortodokslarca Tann'ya
ortak koşmak, Tanrı'yı ikiye eşitlemekle küfürle suçlanıyor. Gerçi bu filioque'nin de
sadece bir yanlış tercüme ile ortaya çıktığı söyleniyor. V. yüzyıldaki konsül kararları-
nın Yunancadan Latinceye yanlış tercümesi olmalıymış. Hulâsa kılı kırk yaran ve niteliği karanlık bu teolog kavgası iki kilisenin dogma ayrılığı gibi görünüyor. Hulâsa "filique"
sorunu iki kilise arasında çatışma kadar, birleşme de sözkonusu olunca ortaya çıkmaktadır.
Bütün bu görünümün ve ayrımın dışında; Katolik kilisesi büyük bir dünyevi kuvvettir. Roma'daki Papa'nın yanında en güçtü rahip-Kardinal olan bir devlet sekreteri
vardır. Aynı zamanda Dış İşleri Bakanıdır. Vatikan'ın her yerdeki temsilciliklerini görü-
%yoruz. Bunlara ambassadeur değil, "nunciatur apostolicus" denir. Kordiplomatiğin ba-
şında yer alırlar. Bütün dünyada yatırımları olan, bankaları ve bütün dünyada emlâki
olan, hayır kurumları, propoganda misyonları, sağlık kurumları vs. olan bir teşkilâttır
Vatikan. Kiliseye renk renk insanlar bağlı. Conclau (Kardinal meclisi) toplandığında
Afrika zencisinden, Hintli kardinalden, Çinli ve Japondan Güney Afrikalıya, Amerikalı--
ya kadar, hepsi oradadır ve bu bir bütün dünyadır aslında. Buradaki hiyerarşi belirlidir.
Bu hiyerarşinin içinde insanların dereceleri belirlidir ve bu bütün kalabalığın yaptığı
her iş Vatikan'ın denetimindedir; kaç kuruş alırlar, kaç kuruş sarf ederler, nerede ne
işe yatırım yaparlar, nasıl hayır yaparlar bunların hepsi Vatikan'ın bilgisi dahilindedir
ve bütün dünyada muazzam bir misyon teşkilâtı vardır, bu da Vatikan'ın bilgisi ve yö-
netimi altındadır.
XV. asırdan, XVI. asırdan beri bütün dünyanın dillerini öğrenen ilk büyük filologlar Katolik rahipleridir; nereye hangi dili bilen adam yetiştirilecek bu planlanır. Meselâ
Strasbourg civarında bir Benedicten manastırı vardır, içindeki her bir rahip birinci sınıf
filologtur; nadir Kafkas dillerinden, Çinçeye kadar bilen insanlardır.
Katolisizmde bir özerk yapı var gibi görünür. Yanıltıcıdır. Bakarsak Afrİka'daki
kilisede yerel adetlerin, tam tam çalmak gibi, yerel eski pagan adetlerin güya ayine sokulduğunu görüyorsunuz. Ama hiçbir şekilde o bir otonomi değildir; itikatta ve duada,
her şey Vatikan'ın bilgisi, müsaadesi, anlayışı nisbetinde olmaktadır. Düşünün ki, II.
Dünya Savaşı sonrasına kadar bu kilisede her yerde Latince ibadet ediliyordu; ister
Şanghay'da, ister Bavyera'da, ister İspanya'da bir kiliseye gidilsin, Latince, aynı dilden
ibadet ediliyordu. Ancak Î9601
larda milli dillere müsaade ettiler. İstisnası bunun, Şark
Katolikleriydi, yani Ermeni-Katolik, Süryani-Katolik, Maruni, Kobt-Katolik gibi daha
çok Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Katolik Kiliselerine, Roma'daki Papa, kendi dillerini
kullanma müsaadesini daha evvelden vermişti, onlar kendi dillerinde ibadet ederlerdi beğendikleri adamı da Patrik olarak Roma'nın tasdikine sunarlardı, orası da tasdik ederdi. Ama bunun dışında Roma her şeyi kontrol ederdi, halen de öyledir. Güya milli dillerle ibadet ediliyor ve yerel dini Önderlere itimat ve saygı gösteriliyor, artık hiç bir zaman Krakov Başpiskoposluğuma bir İtalyan tayin edilmiyor, böyle bir şey sözkonusu
değil, ama gene her şey o dünyanın içindedir ve bu monolitik büyük bir müessesedir.
Halbuki Ortodoks Kilisesi için böyle bir renklilik ve güç sözkonusu değildir. Ortodoksinin yayıldığı alanlarda göreceğiz ki, idari yönden de, itikat yönünden de, dil
yönünden de, hiyerarşi yönünden de çok büyük farklılıklar vardır. Bugünkü Ortodoks
Kilisesi'nde belki bir tek standart unsur vardır, bir tek renk vardır, o da Hellenizmdir.
Yani bu kilisenin, bu itikata sahip olanların bir bölümünde Yunanlılık ve Yunan dili hakimdir. Bu bir gerçektir. Görünüşte Ortodoks kilisesi dünyevi iktidarla, siyasetle katoliklerden daha fazla uğraşıyor gibidir. Görünüşte diyorum; Katolikler siyasetle daha az
uğraşmıyorlar, ama onu örtüyorlar, daha kozmopolit bir görünümleri vardır. Halbuki
Ortodokside bir Hellenizm, bir Helen ulusçuluğu, Helen rengi sözkonusudur. Ama bu
konuda da aslında yine büyük farklılıklar olduğunu göreceğiz.,
Herhangi bir Ortodoks din adamına rastladığınız zaman; isterse dağdaki manastı-
rın basit bir keşişi olsun, isterse bir metropolit olsun, biraz konuştuğunuz zaman, Katolikleri; Kryptopopist, yalancı, Papa'nın zayıf imanlı mensupları olarak itham eder.
Dahası var; "bütün bu Hıristiyanlık'taki bölünmeler, bu saçmalıklar, Amerika'da çıkan
mezhepler, bu Yehova Şehitleri gibi budalalar, Katolisizmtn günahıdır, bölünme bu katoliklikle başlamıştır ve devam etmektedir, sebebi Katolisizmdir" der. "Ortodoksluk ise,
hiç bir zaman bölünmeyen, güçlü tek kilisedir, itikatdır" der size. Fakat tabii bu aslında ortodoksi için hiç doğru olmayan bir görüştür.
Bir kere itikat yönünden alalım, Hıristiyanlığın ilk büyük konsülü (Nicea) İznik'te
oldu (325 yılı). Orada bir bölünme başlamıştır. Rahip Arius çıkmıştır; Arius'un fikirleri ve ilahi teslis üzerindeki çok maddeci görüşleri kabul edilmemiştir ve afaroz edilmiştir ve Arianizm böylece Kuzey'deki barbar kabileler arasına itilmiştir.
431'de Efes konsülünde, monophysism kavgası çıkmıştır. Antakya ve İskenderiye patrikleri, isa'daki uluhiyetle, Tanrı'daki uluhiyetin ayrılamayacağını, ikisinin bir
olduğunu ileri sürmüşlerdir; yani görünen İsa düpedüz Tann'nın kendisidir. Bu görüşü
ve inancı o zamanki Ermenistan Kilisesi ve İskenderiye Kilisesi kabul ettiği için, konsü-
lün reddetmesine rağmen tutunmuştur. Bu ayrılıktan, bildiğiniz gibi, Ermeni-Grégorien
Kilisesi yani Ortodoks Ermenistan Kilisesi ve Mısır'daki Kobt Kilisesi oraya çıkmıştır
(veya Kıbti Kilisesi, bizdeki kıbti kelimesi yanlış kullanılıyor, Çingeneler için diyoruz).
Kıbtiler aslında Şark dillerinde Mısır'daki Hıristiyanların önemli bir kısmıdır ve bunlara
bugünkü bir Ortodoks rahip, bir Yunanlı veya Rus rahip monophysist diye küçümseyerek bakar. Hem kilisenin resmi doktrininde hem de halk arasında bu monofisizme ve
monofisist kiliselere karşı bir yabancılaşma vardır. Yani kilise teşkilatları, adetleri itibariyle Ermeni-Gregoryenin, Rum Ortodoksun, Mısır Kobtlarının arasında bir yakınlık
var gibi görünüyorsa da bir ayrılık ve aralarında didişme de var. Sonra Mısır Kobtlanndan da Habeşistan Kobt kilisesi ayrıldı ve Habeş kilisesi 1960'tan beri müstakildir. Birbirlerini gördükleri yerde de kavga ederler. Mesela Kudüs'teki mukaddes yerleri nasıl
paylaşacaklarını bilemiyorlar. Araya İsrail'i koyuyorlar. İsrail hem Habeşlerie iyi, hem
Mısır'la iyi şimdi; o da ne yapacağını bilemiyor. Kamame kilisesinin damına manastır
kurmuş Habeşler, içinde yer alamayınca büyük kilisenin. Sonra tabii Süryani dediğimizkilisenin ayrılığı sözkonusudur ve nihayet 461 Kadıköy Konsülü'nden beri Nasturiler
de yine İsa'nın uluhiyet-i selasedeki yerine yönelik bir münakaşayla İstanbul patrikin*
den ayrılmışlardır.
Demek ki, Ortodoks Kilisesi itikat bakımından bir birlik içinde değil ve Katolisizm'le Protestantizmden çok evvel bölünmelere uğramış bir kilisedir.
İkincisi, bu kilise doğrudan doğruya dil ve hiyerarşi bakımından bölünmüştür.
Bugün dünyadaki Ortodoks kilisesinin durumuna baktığımız zaman bunu görürüz.
Şimdi normal olarak Hıristiyanlığın başından beri beş tane Patrik vardır. Patrik
dediğimiz aslında yalnız bölge piskoposları arasında önde gelenleridir. Bunlar Roma, istanbul, Antakya, Kudüs ve İskenderiye patrikleridir.
Roma dediğim gibi bu beş patrik içinde protokolde önde geleniydi, imparator
Justinien de bunu böyle tanırdı o zaman. Öbürleri de yine büyük patriklerdi. Bu en bü-
yük beş piskoposun içinde İstanbul hariç, diğerleri, yani Roma, Antakya, Kudüs ve İskenderiye; Hıristiyanlığın neşet ettiği, St. Paul'un ve St. Pierre'in kiliseler kurduğu, İlk
cemaatleri kurduğu, apostolik piskoposluklardır; yani havarilere ait episkopal makamlardır. Bunların içinde sadece İstanbul'un bu vasfı yoktur. Çünkü İstanbul bildiğiniz gibi, Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde kilise kurulan St. Paui'un veya St. Pierre'in gelip
cemaat kurup, vaaz verip, mektup yazdığı bir yer değildir. Bu çok ilginçtir. Yani Ankara meselâ mukaddes bir yerdir; çünkü St. Paul burada Galatyalılara hitaben vaaz verdi ve yeni ahdin, yani İncil'in bir bölümünde, Galatyalılara mektup diye bir epistula yer
alır. Ankara Hıristiyanlık akaidinin, inancının vaaz edildiği bölümlerden, yerlerden biridir. Korinth böyledir, Selanik böyledir, Efes böyledir, Antakya böyledir, ama İstanbul
için bu sözkonusu değildir. İstanbul doğrudan doğruya Konstantin devrinde, Büyük
Roma İmparatorluğu'nun ve artık Hıristiyanlığın resmen tanındığı ve teodosius'tan beri de resmen din olduğu, bir imparatorluğun başkenti olduğu için oradaki piskoposa
da patriklik izafe edilmiştir.
Bu patriklerin içinde, Roma Kilisesi önce geliyor, bir tür "primas inter pares".
Roma ayrıldığına göre, bugün geride dört tane patrik var. Ortodoks Kilisesi de bu esasa
göre bölünmüştür. Antakya Patrikliği sözkonusudur, Kudüs Patrikliği sözkonusudur,
İstanbul Patrikliği sözkonusudur, dördüncü İskenderiye. Fakat bu İskenderiye'deki
patriklik, biraz önce sözünü ettiğim Kobt Kilisesi değildir, Kobt'luğa, yani monofisizme geçmeyen, Grek-Ortodoks inanca sadık kalan, Mısır'daki çok az sayıdaki Yunanca
konuşanın bağlı olduğu bir Patrikhanedir; elan vardır.
Demek ki, bu dört patriklik vardır, bunlar birbirinden müstakildir görünüşte. Aslında ilişkilerine Ortodoks inancın ve Hellenliliğin getirdiği bir bağ egemendir. Bu dört
patrikliğin daireleri bellidir. Antakya aşağı yukarı bugünkü bütün doğu Arap dünyası
yani (Maşrık'ı) kapsıyor. İskenderiye Patrikliği ise güya bütün Afrika'yı içeriyor. Kudüs
Filistin'le ilgilidir, sadece Filistin, yani İsrail ve Ürdün'ün Batı'sıyla sınırlı bir dairedir ve
İstanbul Patrikliği dediğimiz zaman da güya dünyanın diğer bölgeleri üzerindeki bir ruhani örgüt sözkonusudur. Tabii bu geniş alan için "güya" deyimini kullanmak gerekir.
Fakat bu patrikliklerin dışında autocephal dediğimiz özerk kiliseler vardır. Bunlar Kıbrıs, Yunanistan, Arnavutluk, Bulgaristan, Romanya, Çekya, Polonya, Rusya, Rusya'nın
içinde Gürcistan ve Sina kiliseleridir. Sina dediğimiz yer bir coğrafi mekan değildir; sadece dağın eteğindeki St. Catherine manastırıdır, bu ayrı bir cumhuriyet gibidir ve
autocephal bir kilisedir. Bunların üzerinde durmak gerekir.
135Büyük patriklikten, İstanbul'daki patriklikten Yunanistan kopmuştur. Çünkü
Yunan ayaklanmasından hemen sonra, bu kilise bir kere milli sınırları itibariyle ve ortodoksinintek hür bölgesi olarak ayrılmıştır. Bulgaristan ise, hepinizin bildiği gibi, 1840'
larda çıkan bir mücadele ile 1870'de ayrıldı. Hatta, bir takım Bulgarlar, artık bu Fener
Patrikhanesinin zulmünden kurtulalım diye, Katolik olmaya kalkmışlardır, Osmanlı
Hükümeti 1870'de Bulgar Kilisesi'ni özerk bir eksarklık olarak tanımıştır. Fener ise bu
özerkliği tanımamıştır. Ancak ikinci büyük savaştan sonra, Fener Bulgar Kilisesi'nin
autoçephal olduğunu lütfen tanımıştır. Aynı şey Arnavutluk için sözkonusudur. Bulgarlardan biraz evvel Romanya Kilisesi için sözkonusudur. Çekya ve Polonya'daki ortodoksların ise, bizim Osmanlı Hükümeti ile veya Fener Patrikhanesi ile bir ilgisi yoktur, onlar doğrudan doğruya Rusya Kilisesi karşısında autocephaldirler.
Osmanlı hakimiyeti dolayısıyla autocephalie, kazanan Roma Ortodoks Kilisesi
ise Kıbrıs'tır. Çünkü bildiğiniz gibi, Kıbrıs'taki cemaatin dünyevi yöneticisi olarak da,
Osmanlı hükümeti oradaki episkoposu, tanımıştır; o hem ruhani liderdi hem vergileri
toparlardı, hem idari işlere bakardı, Demosgetentos denilen halk şurasının başkanıydı,
bu Osmanlılar ile gelen bir özerlikdir ve o yüzden de Kıbrıs adasında biz çekildikten
sonra da, İngiliz yönetiminde de ve sonra da bu usul devam etmiştir ve o yüzden de
Makarios'un hem kilisenin başı, hem de cumhurbaşkanı olması bu durumun yarattığı
bir olay olmuştur.
Antakya Patrikliği ise, yakın zamanlarda (Grek Ortodoks diyemiyeceğiz artık
çünkü Grekliğini bırakmıştır) Arapça kullanmaya başladı. Ortodoks, Arapça kullanan
ve merkezi de Antakya'dan Şam'a giden bir patrikhanedir. Antakya'da eski Patrikhane'
nin kilisesine devam edenler, adeta yirmi kişi kadar tutan bir sülaledir. (O yüzden de artık kilisenin harem kısmı bırakılmış, hepsi birbiriyle akraba olduğu için kadın erkek
aynı yerde, aşağı tarafta ibadet ediyorlar, Şark Kiliselerinde de, biliyorsunuz kadınlar
tıpkı camilerdeki gibi yukarıda, kafesli yerde ibadet ederler. Eski devirlerde Batı'da da
öyleydi. Yani ilk önce ayrı oturdular, şimdi karışık oturuyorlar.)
Demek ki, böyle bir bölümlenme sözkonusudur. Bugün için en kalabalık ortodoks kilisesi Rusya kilisesidir. Rusya X. asırda Hıristiyanlaşmıştır, Bizans Kanunlarını
almıştır. Fakat kilisede hiçbir zaman Rumca kullanılmamıştır, daima eski Slovince
ibadet edilmiştir ve aslında Bizans diplomasi ustası olarak bu kilisenin diline de karış-
mamıştır, özellikle XV. asırda İstanbul fethedildikten sonra ise Rusya artık kendini
Ortodoksinin merkezi, hamisi olarak takdim etmiştir dünyaya ve bu kilisenin Fener'le
idari mali yönden ortak tarafı yoktur. Hiçbir şekilde yoktur. Ortak yönleri liturji, yani
ibadettir. XVII. asırda Romanovlar zamanında, Rusya Kilisesinin başında olan, Patrik
Nikon bütün dini metinleri, ibadet şeklini ve hiyerarşiyi gözden geçirmiştir, olduğu gibi Bizans'ın liturjisini yani burada kullanılan ibadet şeklini, duaları, hiyerarşiyi aynen
Rusya'ya kabul ettirmiştir. Tabii kabul ettirmek kolay olmamıştır, büyük kavgalar çıkmıştır o devirde. Storaverts denilen eski inanç sahipleri ile, yenilik taraftarları arasında
çok kanlı kavgalar olmuştur, yani biz üç parmakla mı istavroz çıkarırız, iki parmakla
mı çıkarırız, şu duayı mı ederiz, diye millet bölünmüştür. İnsanlar ateşe gitmişlerdir
inatları yüzünden, katliam olmuştur; bir kısmı da biliyorsunuz, bizim topraklarımıza
sığınmıştır o zaman. Doğu Anadolu'da Marmara civarında Malokan denilen, bu eski
inancı saklayan Ruslar vardı, yani Osmanlı İmparatorluğu'na sığınmışlardı o kavga sırasında Demek ki, liturji ve dogma bakımından iki kilise birbirine eşitlenmiştir; yani gö-
rünüşte, herhangi bir Rus'un, Atina'da bir kiliseye gidip dua etmesinde itikadat ve ibadet bakımından bir sakınca yoktur. Aynı şeyleri Yunanca dinleyecektir. Fakat iki kilisenin idaresi arasında büyük fark vardır. Şöyle ki; Büyük Petro, Rusya Kilisesinin yö-
netimini, yani Mukaddes Sinodu tamamîyle devletin denetimi altına almıştır. Çarprokurator denen bir sivil memur tayin ederdi ve Sinodu o yönetir, patrikten çok onun sö-
zü geçerdi. Bu memurların en korkunçlarından biri de biliyorsunuz, III. Aleksander'in
hocası Pobedonovtzev'di. Tarihteki büyük antisemitlerdendir. Rusya'da Yahudi pogromlarını tertipleyen, sadece Yahudileri değil, Müslümanları vs. yi de topraklarından
sürdürten, Başkırların topraklarını aldırtan, Panslavizmin teorisyenlerinden, gayet reaksiyoner bir adamdı.
Rusya Kilisesinin bütün dünyadaki emlaki ve yönetimi de farklıdır. Yani mukaddes topraklarda da emlaki ve toprakları öbürlerinden ayrıdır, hiç kimse, hiç kimseninkine karışmaz. Bu iki ortodoks kiliseden birisinin dili Rumcadır, birisinin dili Ruscadır.
Birisinde Helenizm hakimdir, ötekinde kendi Slavizmi, kendi Rusçuluğu hakimdir. Yani bunlar ayrı kiliselerdir. Rus kilisesi 1917 devriminden sonra, ikiye bölünmüştür; Paris'te sürgündeki Rus Kilisesi kurulmuştur, sonra Newyork merkez seçilmiştir, öbürü
ise Stalin devrinde pek sesi çıkmayan, ama II. Büyük savaştan sonra restore edilen, bildiğiniz Moskova'daki patrikliktir. Bugün iki Rus kilisesi vardır. Bu da çok mühimdir.
Mesela İsrail'deki Rus kilise emlaki ikiye bölünmüştür. 1948'de İsrail kurulduğu zaman, Rus kilisesinin oradaki topraklarını anlaşma sonucu, Sovyetler Birliği'ne yani
Moskova kilisesine vermiş. Fakat 1967 savaşında işgal ettiği Filistin, Şeria vadisindeki
Rus kilise topraklarını ise vermemiş Sovyet kilisesine. Orası Newyork'a bağlı ve ikisinin
de hiyerarşisi, örgütü ayrıdır. Demek ki, böyle bir bölünme sözkonusudur.
Bu gibi bölünmelerin dışında Kıbrıs, İstanbul'daki Patrikhane, Yunanistan kilisesi, Sina, Kudüs patrikliği ve İskenderiye Rum Ortodoks Patrikliği arasında kuşkusuz ki,
organik bir bağ vardır. Bunlar Yunancayı kullanırlar liturjide ve rahipler hepsi aynı
kaynaktandır. Yani Kudüs'e gittiğiniz zaman Peleponezli, Selanikli insanları görürsü-
nüz, İskenderiye'de aynı şeyi görürsünüz. Kıbrıs'taki kilise mensupları ise ora halkından
daha çok, ama yine bunlarla bir ilişkisi var. Rumca konuşuyorlar. Dolayısıyla bir ileti-
şim sözkonusudur. Bizim Fener'deki patrikhanenin ökumenlik (universal) vasfını burada artık tartışmanın yeri gelmiştir. Patrikhanenin bu yerlerin hiç birisinin üzerinde söz
hakkı yoktur. Hatta Yunanistan, albaylar cuntası devrinden beri, Patrikhane artık bizim topraklarımıza taşınsın demektedir. Çünkü orada hiçbir şey yapamıyor, çok kuvvetsiz, Yunanistan'a taşınma zamanı gelmiştir demektedir. Ama taşınmıyor; taşınmaması için de bazı sebepler var. Sebeplerden bir tanesi Türkiye'deki ortodoksinin, Yunanistan'la o kadar da hallihamur olmaya niyeti olmamasıdır, çok kişinin sandığının
tersine. Ananenin, tarihi geleneğin, kendisinin küçük Asya'daki ve Bizans'ın kalıntısı
bir zümre olduğunun bilincinde ve onu temsil ediyor.
Bu patrikhanenin kontrol ettiği, dünyadaki merkezlere gelince; hiç sanıldığı kadar çok değildir. Amerika üzerinde kontrolü vardır, çünkü Ameri katardaki Rum Ortodoks kilisesi, autocephal değildir, doğrudan güya Fener patrikhanesine bağlıdır. Avustralya için de aynı şey sözkonusudur. Çok daha ilginç bir durum patrikhaneye bağlı
Finlandtya'daki ortodoks kilisesidir. Çünkü Finlandiya'daki Ortodokslar aslında Rusya'
ya bağlıydılar, fakat 1917 ihtilali olunca hem Sovyetler'den koptular, hem de zatenRus kilisesinden koptular. Onun için 1923'te, gayret gösterip özerk olarak Fener patrikhanesine bağlandılar. Dolayısıyla Fener patrikinin güya orada bir söz hakkı vardır.
İşte buradaki bu ökumenik patriyarkanın bütün nüfuzu budur. Sayalım şimdi: Türkiye'deki 2500 Rum Ortodoks, Amerika'daki birkaç yüzbin kişiyle, Finlandiya'daki yirmibin kişi. Hepsi budur. Fenerin bütün beynelmilelliği, ruhani alanı bundan ibarettir.
Patrikhanenin Amerika ile ilişkileri son derece ilginçtir. Çünkü Amerika zengin
bir memleket, Amerika çok çeşitli insanların bulunduğu bir memleket ve Amerika bü-
yük asimilasyon, yani erime problemlerinin bulunduğu bir memleket. Bugün bir milyon Amerikan Rum-ortodoksun bir kısmı; bizim İstanbul'la ne ilgimiz olabilir, Yunanistan'a bağlanalım diyorlar. Bir kısmı ise; "Allah aşkına biz bir Kudüs bir İskenderiye kadar da değilmiyiz ki, Allah'ın yarattığı bu yeni kıta üstünde niye ayrı patriklik olmayalım." diyorlar. Böyle münakaşalar var ve Ortodoksluğun adet ve örfü orada çok
değişik. Mesela ben Amerika'da bazı ortodoks kiliselerinde düpedüz sıra kurulduğunu,
bankta kadın erkek karışık oturulduğunu gördüm ki, bu diğer ülkelerdeki kiliselerde
olacak bir şey değildir. Çünkü ortodoks kiliselerinde ayakta durularak ibadet edilir.
Yani her şey değişiyor, orada Yahudilik bile değişiyor. Reformist sinagoglar çıkmıştır.
Amerika garip bir ülke ve bu garipliklerden ortodoks kilisesi de payını alıyor. Aslında
Amerika'daki başpiskoposluğu Venizelos kurdurmuştu ve bir müddet Yunanistan kilisesine bağlı olarak devam etmişti. Fakat ondan sonra Venizelos'un hemşehrisi olan
oradaki başpiskopos, İstanbul Fener patriği olunca, birdenbire Türkiye'ye bağladılar.
Türkiye'de de o zaman, mübadeleye rağmen tahminen ikiyüzbin kadar Rum-ortodoks
yaşıyordu. Amerika da Türkiye'ye bağlı olsun dediler. Hepinizin bildiği gibi, Athenagoras da aslında, Amerikalar başpiskoposuydu Yunan kilisesinin; Yunanistan, ABD,
Türkiye arasındaki ilişkilerin çok iyi olduğu bir zamanda, II. büyük savaştan sonra,
patrik olarak Fener'e gelmiştir.
Bugün için Yunan kilisesinin artık Fener üzerinde etkisi yoktur ve aynı şekilde
Fener'in de Amerika üzerinde etkisi yoktur. Çünkü ABD son derece büyük nüfuz mücadelelerinin, kavgaların, anlaşmazlıkların, hareketlerin olduğu bir dünyadır.
Ortodoksi aslında bugün, Katolik kilisesinin aksine dünya üzerinde etkisi olan bir
din, bir kilise değildir. Daha çok kendi milli bünyesi içine kapanmıştır. Bu kapanıklılık
teoloji bilgisinde, ruhanilerin ilgi ve bilgisinde de görülür. Osmanlı İmparatorluğuna gelen İngiliz seyyahlardan biri 1830'larda, Fener'deki Patrik cenablarıyla konuştuğu zaman, hayretle onun "Canterbury başpiskoposunun kim olduğunu, ne görev gördüğü-
nü" bilmediğini müşahade etmiş. (Canterbury başpiskoposu, Anglikan kilisesinin en
yüksek rütbeli rahibidir.) Demek ki Rum-Ortodoks kilisesinin daha o tarihlerde dünyadan tecrid edilmiş bir hali vardı. Dünyadaki Hıristiyanlık ve dinlerin durumu hakkında
da fazla bilgileri yoktur ki, bu durum misyoner faaliyetin olmadığını da gösterir.
Vakıa bugün Yunan kilisesi (daha doğrusu ABD Ortodoksları) biraz misyoner faaliyetlerde bulunuyor ve Afrika'da yirmibin kadar kişiyi dine kazandırdıklarını söylü-
yorlar ise de; Afrika'da Katoliklerin, Protestanların ve Arap parasıyla çalışan Müslü-
manların yaptıkları misyoner faaliyet yanında, devede kulak bile değildir.
Bu milli kiliselerde bugün durum aslında nedir? Arnavutluk'taki Ortodoks kilisenin autocephalie'sinden sözetmek mümkün değildir, çünkü çok ciddi bir lâik ülkedir
Arnavutluk ateisttir ve dini kurumlaşmaların durumu malumdur. Yunanistan kilisesindeki hiyerarşi daha ilginçtir. 1950'lerde rahiplerin dörttebiri okuma yazma bilmiyor-
138muş. Ama Yunanistan'da papaz dediğiniz zaman, öyle dini bilgisi kuvvetli ve Katoliklerin köy papazr gibi, kendini cemaatin dışına ve üstüne çekecek bir adam düşünmeyin,
Köy papazı marangozluk yapar, domates yetiştirir, evlidir. Köyün din işlerine bakan
bir adamdır. Hatta bizim köy imamlarından bile daha dünyevi bir hava içindedir. İstanbul'daki ortodoks pazarları da Yunanistan'dakinden daha farklı bir eğitim ve yaşayış
içindedirler. İçlerinden bayağı bilgili olanları vardır. Bu eğitimden İleri gelmektedir.
Yakın zamanlara kadar Fener patrikhanesinin eğitim merkezi, hepinizin bildiği gibi,
Heybeli Ada'daki Seminerdi ve ortodoks dünyası içinde tanınmıştı. Yunanistan'da ise
teoloji sivil fakültelerde yapılmaktadır, yani aynen bizim İlahiyat Fakültesi gibi. Bu
yüzden Almanya'ya gidip eğitim gören laik ilahiyatçılar Yunan kilise mensuplarından
daha çok tanınır. Yani laik teolog grubu doğrudan doğruya Alman eğitimli. Mesela
Rus kilisesinde durum daha değişikti. Orada ihtilalden evvel Kiev'deki Ruhban Akademisinde, Varşova'da vs. yerlerde yetişen papazlar vardı ve bazıları da iyi filologdu.
Rum-Ortodoks kilisesinde Yunanlı ruhbanın ve Yunan dilinin kesin hakimiyeti
vardır. Bu yüzden ortodoks inanca mensup sair etnik gruplar bir memnuniyetsizlik içindedirler. Yani Suriye-Filistin'in Ortodoks Arapları; Arapçanın kullanılmaması ve Arap
asıllıların hiyerarşide terfi edememesi yüzünden soğumuşlardır bu kiliseden. XIX. yüzyıldan beri Grek-Ortodoksinin yanında Grek-Katolik kilisesinin güçlenmesi bu yüzdendir. Grek-Katolik kilisesinin Greklikle alakası yok. Çünkü Arapça kullanıyor, ama besbelli ki, Ortodoksluktan kopan bir cemaattir. Kudüs patrikliğindeki ortodoks manastırları artık bomboştur. Buna rağmen Yunanlılık Rum-Ortodoks kilisesinin vazgeçemeyeceği bir unsurdur. MeseJâ Yunanistan'da Aynaroz manastırlarını ele alalım. Burada bir-
çok manastır vardır; Bulgar, Sırp, Rum, Rus vs. Ama bunlar da boşalıyor. Çünkü Bulgaristan'la, Rusya'dan artık rahip gelmiyor, gelenleri de Yunan hükümeti sokmuyor.
Mareşal Tito'yla bir ara Balkan Paktı dolayısıyle anlaşılmıştı ve Sırp manastırlarına rahipler geliyordu. Fakat Aynaroz artık beynelmilel vasfını kaydediyor, süratle hellenize
oluyor. Şimdi bu kilisenin Osmanlılar döneminde geçirdiği evrime gelelim. Bunun üzerinde çok durmayacağım. Çünkü Osmanlılar Devrinde Ortodoks kilisesi için Coşkun
Üçok'un iki konferansı vardır.(*) Ben burada bazı noktaları vurgulamak istiyorum.
Fatih İstanbul'u fethettikten sonra, protokolde ortodoks patriklerine tarihte gösterilmeyen bir yer vermiş, iltifat etmiştir: Gennadios'u tayin ettiği zaman (Bizim tarih
kitaplarımızın tekrarladığı gibi sadece Katolik düşmanlığından değil. Latin düşmanı olmayan ruhani yok o zaman Bizans'ta. Metropolit Bessarion katolik taraftarıydı, birleş-
me taraftarıydı, Floransa Konsülü'ne gitti, kaldı orada, Kardinal oldu. Bizans'ın son
patriği II. Athanasios, Gennadios'dan daha fazla latin ve katolik düşmanıydı. Ama
onun hayatı fetihle bitti. Burada Fatih'in başka bir politikası vardır. Gennadios aynı
zamanda siyasi muhalefetin gözbebeği olan ve kitlelerin çok tapındığı bir din adamıydı. Fatih bundan istifade etmeyi düşündü.) İlk patrikhane o zaman Pamma Karistos
kilisesiydi. Fakat XVI. asırda, bugünkü yerine, Sen George kilisesine (Fener) geçiyor.
Fener aslında eskiden beri Bizans patrikhanesinin bulunduğu, Rum aristokrasisinin bulunduğu bir yer değil. Sonradan olmuş. Osmanlı devrinde Bizans'taki durum yeniden
restore ediliyor. Yani Bulgaristan, Romanya, Sırbistan, tabii bütün Yunanistan İstanbul'daki patrikliğe bağlanıyor ve patrik birinci dereceyi alıyor. Fakat buna rağmen nasıl oluyor da, Bulgar, Romen, Sırplı, Osmanlı devrinde Fener patrikhanesinin yöneti-
(*) TTK Kurumu Atatürk konferansları dizisinde ve III Askeri Tarih Semineri'nde, 1986 Ankara.
139minde ibadet ve eğitimde Rumca kullanmak zorunda olduğu halde bu mibu milletler kendi
dillerini koruyabiliyorlar? Osmanlı idaresinin burada en önemli yanı, manastırların otonomisini tanımış olmasıdır. Yani Bulgaristan'daki (Rilo manastırı) gibi Sırbistan'daki
manastırlar, rahiplerin yetiştiği yerlerdi, ve bunlara mali özerklik, vergi muafiyetleri tanınmış. Mesela Kral Şişman bir berat vermiş Rilo manastırına, bizim Sultanlar hemen
onu yeniliyor ve devamlı hediyeler veriyorlar. Dolayısıyla Rum olmayan Ortodokslar
kendi manastırlarında eğitim görmek, araştırma yapmak, şarkılarını toplamak, kütüphanelerini kurmak, gelen halkı eğitmek gibi görevleri rahatça yapabiliyorlar. Manastırların her biri bir hac yeridir, orada halkın gelip gecelemesi sevaptır, geliyorlar, p rahiplerin hikayelerini dinliyor, telkinleri altında kalıyorlar, hediyeler veriyorlar. Manastırlara Osmanlı politikasının bu özerkliği göstermesi, Fener'in bütün üstünlüğüne rağmen,
Slavların hellenizasyonunun önlenmesinde etkili olmuştur. Nitekim Bulgar tarih ve dil
araştırmalarına, Sırp tarih ve dil araştırmalarına öncülük eden simaların başında rahiplerin gelmesi tesadüf değildir.
Fener'de idari yönden pek fazla bir değişiklik olmamıştır. Çünkü yüzellidokuz
patrikin Osmanlı devrinde yüzbeşi azledilmiş, yirmiyedisi istifa etmiş, beş altı kişi de
birkaç kere azledilip yeniden tayin edilmiş. Bunda Babıali'nin politikası kadar, cemaatin içindeki itişmeler, menfaat çatışmaları, gruplaşmaların da büyük rolü var. Ve Osmanlı devrinde gerek patrikhanenin, gerek Babıali'nin en büyük problemlerinden birisi,
Rum metropolitlerinin bölgelerindeki tarzı idaresi olmuştur ki, bizzat reaya çok şikayet etmiştir. Sık sık bunların mali .yolsuzlukları vs. için tedbirler düşünülmektedir. Hatta 1849 yılına ait bir fermanda da (1265 hicriye ait) Rum metropollerinin islah-ı ahvali
için patrikhanede bir meclis teşkiline dair emir var.
Genel İslahat fermanından sonra 1279 hicri (1859-60 M) Rum patrikhanesinin
İslahı zımmında, patrikhane-i mesturede toplanan bir komisyon; nasıl patrik seçilecek,
meclisler nasıl çalışacak, diye bir nizamname hazırladı ve bu arada 117 adet metropolitlik isim be isim tesbit edilmiştir. Rum patrikhanesinin ve metropilitlerin, bazen dinler arası meseleler çıkardığı bilinmektedir. XIX. asırda, en büyük olay da antisemitizmdir. Sık sık iğneli fıçı hikayeleriyle Rumlar, şikâyet ediyorlar Yahudileri Babıali'ye:
"Bunlar çocuk kesiyorlar, iğneli fıçıdan geçiriyorlar, hamursuza katıyorlar kanını" diye ve muhtelif fermanlarla böyle saçma, davaların dinlenmemesi için kadılara fermanlar
veriliyordu. Bunlardan en büyük ve gürültülüsü de yine XIX. yüzyıl sonunda İzmir'de
olmuştur. Tarih ve Toplum'da Esther Benbassa bunun için uzunca bir makale yazdı.'
(Tarih ve Toplum sayı 30,1986).
Kiliseler arasında, özellikle bu Balkan kiliseleri autocephalie kazandıktan sonra,
mal mülk ve emlak kavgası olmuştur. Bu bitmez tükenmez bir davaydı ve açıktır ki,
Sultan Hamid bu tip münazaadan pek güzei istifade etmekteydi. Çünkü bu tip kavgalar
ruhban arasında kalmıyor, Balkan dağlarındaki komitacılar da birbirini yiyorlardı bu
yüzden. İkinci Meşrutiyetten sonra, artık bir nevi hürriyet, uhuvvet ve düzen için İttihat Terakki tesirindeki hükümetler bu konuya eğildi. 3 Temmuz 1910'da, Kiliseler Kanunu çıkarılmıştır. Bunu uzun uzun anlatacak değilim. Fakat bunun başlıca etkilerinden birisi; bugün bile geçerli olacak bir sağlamlık derecesinde, bütün Balkan ve bu Ortadoğu bölgesinde kilise emlakinin bu kiliseler arasında taksim edilmesi ve kıstasın konması, hiyerarşinin tesbit edilmesi, Babıali ile kiliseler arasındaki ilişkilerin tesbit edilmesidir. Bu önemli bir olaydır. İkinci Meşrutiyetin bence en kayda değer Saik icraatı,
140sağlam müesseselerinden biridir. Tabii Hamidiye rejimi taraftarları da bunu "ah işte basiretsizler, kavga eden kiliseleri birleştirdiler" şeklinde bir yorum getirmektedir.
Lozan'dan sonra hepinizin bildiği gibi: 30 Kasım 1921'de, daha evvel Anadolu'da
Rumca bilmez, Türkçe konuşur, Türk Hıristiyanlar! temsilen, Papa Eftim bir Türk Ortodoks patrikhanesi kurulduğunu ilân etmiştir. 6 Aralık 1923'te, Venizelos'un dostu
olan Girit'li Melesios'un patriklikten istifa etmesi üzerine, Kadıköy Metropoliti olan
Gregorius patrik seçilmiştir. 1925'te Gregorius'u tanımamıştır Türk hükümeti. Türkiye
sınırları dışında doğduğu için, mübadeleye tabidir denmiştir. 1925'te o sınır dışı edildikten sonra yerine İznik Metropoliti Vasiiius gelmiştir ve patrikhane bugünkü statüsü-
ne ve idaresine de o şekilde oturmuştur.
Burada patrikhanenin idare tarzına kısaca değinelim: Patrik bir Papa gibi her şeye karar verme yetkisine sahip değildir. Sen Sinod Meclisine, yani oniki metropolitten
oluşan ruhani meclise danışmak zorundadır. İdari konularda patrikhanenin logathet
denen muhasebe müdürü, (bu unvan Bizans'ta maliye nazırlarına verilirdi) büyük yetkilere sahiptir ve lâik idari memur zümresinin kadrosunu da o yönetir aslında. Her kilisenin yanında yine lâik cemaat üyelerinden oluşan bir ephoria yani dernek vardır. Üyelerle birlikte, kilisenin yönetimine, vakıfların denetimine bakarlar. Bu teşkilat yapısı
bugün için de devam etmektedir. Kanunda sayılan 117 piskoposluk, metropolittik elan
devam etmektedir. Mesela Mut diye bir yer vardır, Mersin'den geçince Konya'ya doğ-
ru, orada arasanız bir tane ortodoks bulamazsınız, ama o bir metropilitliktir ve Mut'un
da metropiliti vardır. Alaşehir'de de (Philadelphia) aynı şekilde Rum-Ortodoks artık
yoktur, ama orası da çok önemli bir metropilitliktir. Ve bu metropilitler patrikhane
nezdinde muhtelif görevler görürler. Yani eski hiyerarşi elan devam etmektedir. Ülkemizde bugün ortodoks vakıflar, okullar patrikhane denetimindedir ve patrikhane RumOrtodoks yurttaşların ruhani merciidir.